İsmail Seyda RAHAT
14 Ağustos 2015 Cuma
31 Temmuz 2015 Cuma
20 Aralık 2013 Cuma
Marshall Planı
Marshall Planı II. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında
yürürlüğe konan ABD kaynaklı bir
ekonomik yardım paketidir. 16 ülke, bu plan uyarınca ABD'den ekonomik kalkınma
yardımı almıştır.
II. Dünya Savaşı sonrasında Truman Doktrini, esas itibariyle Sovyetler Birliği'nin doğrudan doğruya baskısı ve tehdidi altında olduğu vurgulanmış ve buna
istinaden sadece Yunanistan ve Türkiye'ye askeri yardım öngörmüştür. Fakat bu
sıradaAvrupa'nın durumu iktisaden son derece kötüdür. Altı yıllık
savaş, bütün ülkelerin ekonomik kaynaklarını tüketmiştir. Savaş, bütün
ülkelerde ağır tahribat yapmıştır. Sovyetler Birliğinin, bu durumu fırsat
bilerek komünizm propagandasını şiddetlendirmiştir.
Bunun üzerine ABD 1945 Haziranı ile 1946 sonu arasında Batı Avrupa ve
beraberindeki 16 ülkeye toplamda 15 milyar dolar ekonomik yardımda bulunmuştur.
Fakat bu yardım, bütçe açıklarının kapanması, ithalat için kullanılması
yüzünden sonuç alınamamıştır. Bunun üzerine ABD yeni planlar aramış ve
Dışişleri Bakanı George Marshall'ın "Marshall Planı" 5 Haziran
1947 günü Harvard Üniversitesi'nde verdiği bir nutukta açıklanmıştır. Buna göre, Avrupa ülkeleri her şeyden önce kendi aralarında bir ekonomik işbirliğine girişmeliler
ve birbirlerinin eksikliklerini kendileri tamamlamalılar, bu genel işbirliği
sonunda bir açık ortaya çıktığında Amerika, bu açığın kapatılması için yardım
etmeli. Bunun için de önce bir işbirliği programı yapmamalılar ilkesi benimsenmiştir.
Marshall Planı adını alan bu teklifi görüşmek üzere 27
Haziran 1947'de Paris'te bir toplantı yapıldı. George Marshall,
bu planına Sovyetlerle uydularını da dahil ettiği için, Paris Toplantısı'na
yapıcı bir katkıda bulunmaktan ziyade tutumlarıyla açıkça sabote etmek için
Sovyetler de katıldılar. Sovyetler 2 Temmuz'dan sonraki toplantılara katılmadı.
11-13 Temmuz 1947 Paris Konferansı
Sovyetler Birliği, Çekoslavakya, Polonya ve Finlandiya dışındaki Avrupa ülkelerinin dışişleri bakanlarının katılımıyla düzenlenen Paris Konferansı'nda, bakanlar ABD'ye sunulacak Avrupa Telafi Programı üzarinde anlaştılar. ABD Dışişleri Bakanı George C. Marshall'ın daveti üzerine hazırlanan Avrupa Telafi Programı "Marshal Planı" olarak adlandırılmaktadır.
Sovyetler Birliği, Çekoslavakya, Polonya ve Finlandiya dışındaki Avrupa ülkelerinin dışişleri bakanlarının katılımıyla düzenlenen Paris Konferansı'nda, bakanlar ABD'ye sunulacak Avrupa Telafi Programı üzarinde anlaştılar. ABD Dışişleri Bakanı George C. Marshall'ın daveti üzerine hazırlanan Avrupa Telafi Programı "Marshal Planı" olarak adlandırılmaktadır.
17 Temmuz – 2 Ağustos 1945 tarihinde Birleşik Krallık, SSCB ve Amerika Birleşik Devletleri arasında
düzenlenen Postdam Konferansı’nda
görüşülen önemli konulardan birisi de Türk Boğazları konusu olmuştur.
18 Temmuz gecesi yemekte Sovyetler Birliği
lideri Stalin, Birleşik Krallık lideri Churchill’e, Türkiye-SSCB arasındaki bir ittifakın ancak aralarındaki anlaşmazlıkların
çözülmesiyle mümkün olacağını, fakat Türkiye’nin Kars ve Ardahan’ı SSCB’ye geri vermeyi, Montreux Antlaşması’nı
tartışmayı reddettiğini söyledi. Daha sonra 23 Temmuz gecesi başka bir yemekte
Stalin, Churchill’e
“
|
”
|
|
diye sorarak Boğazların denetimi ile ilgili niyetini
açıkça dile getirdi. Churchill, Boğazlarda SSCB’nin istediği yönde bir
düzenlemeyi desteklediğini ama bunun Türkiye’nin toprak bütünlüğünü konuma
koşuluna bağlı bulunduğunu söylemiştir.
SSCB'nin tavrı ve ABD çıkarlarına ters istekleri
üzerine Postdam Konferansı’ndan
kısa bir süre sonra, ABD’nin Boğazlarla ilgili politikası görüşmelerin sonunda
değişmiştir ve ABD Türkiye'yi destekleme kararı almıştır. ABD'nin destek
kararına dönemin Türkiye hükümeti ABD lehine taraf olmuş ve böylece ikili
ilişkilerde büyük gelişmeler olmuştur. Bu durum Marshall Planı doğrultusunda
ABD'nin Avrupa ülkelerine yaptığı Marshall yardımlarınıda kapsayan
günümüz ABD-Türkiye ilişkilerine dek sürmüştür.
Marshall Planı’nın mimarı, ABD’nin eski Dışişleri Bakanlarından
G. C. Marshall’dır. Marshall, I.
Dünya Savaşı sonrasında Fort Benning Georgia’da ki Piyade Eğitim Okulu’nun
komutan yardımcısı olmuştu. Okulun eğitim yöntemlerinde de değişiklikler yapan
Marshall, II. Dünya Savaşı’nda öne çıkan bir çok generali derinden
etkilemiştir.
Başkan Franklin Delona Roosvelt’in (1932-1945) Genelkurmay
Başkanlığı’na getirdiği Marshall, Kasım 1945 de Başkan Harry S. Truman
(1945-1953) tarafından Dışişleri Bakanı (1947-1949) yapıldı.
Marshall, Dışişleri Bakanlığına atanınca, dışişleri ekibini
Avrupa’nın ekonomik iyileşmesi konusunda bir program oluşturmakla
görevlendirmişti. Dışişleri Bakan Yardımcısı Dean Acheson, Avrupa Ekonomik
Programı Direktörü ve aynı teşkilatın Avrupa temsilcisi Averall Harriman ve
Senatör Arthur Vandenberg ile birlikte sunulan taslak planı bizzat gözden
geçirmiştir.
Marshall ekibince hazırlanan ve Avrupa’nın (Türkiye ve
Yunanistan dahil) ekonomik kalkınması için yardım gerekliliğini savunan ve
tarihe Marshall Planı olarak geçecek olan planın ana hatları, 5 Haziran 1947
tarihinde Harvard Üniversitesi mezunlarına yaptığı bir konuşma ile Marshall
tarafından şöyle ortaya konulmuştur.
“ABD’nin ekonomik ilişkilerinin
dünya çapında yeniden normalleşmesi için elinden gelen her türlü yardımı
göstermesi zorunluluğu mantığın gereğidir; Aksi taktirde hiç bir şekilde barış
ve istikrarı temin edemeyiz. Politikamız belirli bir ülke veya doktrini değil,
açlık, yoksulluk, umutsuzluk ve kaosu hedef almıştır. Amacı, içinde özgür
ekonomilerin var olabileceği siyasi ve sosyal şartların oluşmasına izin verecek
bir iş ekonomisini canlandırmaktır.”
Politikbilimci Dr. Holly Sklar, Marshall Planı’nın bu yönünü
şöyle ortaya koymuştur; “ABD, demokrasi cephaneliğinden
Sovyetler Birliği dahil olmak üzere Avrupalı müttefiklerine uzun vadeli ödeme
koşuluyla savaş malzemesi vermeye başlamıştır. Bu politikayla bu ülkeleri büyük
bir borç bataklığına sokmuştur.”
Gerçekten de Birleşmiş Milletlerde SSCB delegesi Visinski’nin
tespitine göre “Marshall Planı başka bir
silahtır.” BM
Genel Kurul toplantısında 18 Eylül 1947’de SSCB adına söz alan Visinskinin bu
sözleri bu planın hükümlerinin uygulanmasından sonra anlaşılmıştır. Doğrusu
Visinski’nin planı okuduktan sonra önemli bir gerçeği dile getirdiğini kabul
etmek gerekir.
Truman Doktrini, temelinde ABD’nin milletler arası işbirliği ve
BM’nin müşterek hareketler prensibini terk etmekte olduğunu ifade eder.
Marshall Planı başka bir siyasi silahtır. Bu Truman Doktrininin Avrupa’ya
uygulanmış şeklidir.
Marshall Planı’nın hakiki manası, Avrupa’nın iktisaden ABD’nin tahakküm altına girmesi ve Avrupa memleketlerine siyaseten müdahalesidir. Marshall Planı, her ne kadar bir yardım planı olarak sunulmuşsa da plan bir borç verme –borçlandırma planıdır. Ülkeleri borçlanma bataklığına sürerek teslim alma planıdır.
Marshall Planı’nın hakiki manası, Avrupa’nın iktisaden ABD’nin tahakküm altına girmesi ve Avrupa memleketlerine siyaseten müdahalesidir. Marshall Planı, her ne kadar bir yardım planı olarak sunulmuşsa da plan bir borç verme –borçlandırma planıdır. Ülkeleri borçlanma bataklığına sürerek teslim alma planıdır.
George Catlett Marshall, 31 Aralık 1880’de Uniontown –
Pensilvania’da dünyaya geldi. Babası kömür tüccarı idi. 1901’de Virginia Harp
akademisinden mezun olduktan sonra, piyade teğmeni rütbesiyle ilk görev yeri
Filipinlerdi. Tarihçi ve biyografi uzmanlarına göre, ileride yükselmesini
sağlayacak disiplinli çalışma alışkanlığı ve diğer komutanlık vasıflarını
burada edindi.
1.Dünya Savaşı’nda Birinci Ordu’nun Harekatlar Kumandanı olan
Marshall,1918’de ki Meuse-Argonne taarruzunun hazırlıklarına katkısı ile
ünlendi.
Marshall 1938’de Savaş Bakanlığı’nın Savaş Planları Daire
Başkanlığı’na getirildi. Başkan Franklin D. Roosvelt tarafından 1939 başlarında
Genel Kurmay Başkanlığı’na aday gösterilen Marshall, bu göreve iki ay vekaleten
baktıktan sonra Nazilerin Polonya’yı işgal ettikleri 1 Eylül 1939 tarihinde
ABD’nin Genelkurmay Başkanı oldu. Marshall’ın o dönem kuvvetle savunduğu
Nazilere karşı Manş Denizi üzerinden yapılacak müttefik harekatı fikri, 6
Haziran 1944’deki Normandiya çıkarması ve Batı Avrupa’nın kurtarılması ile
sonuçlandı.
Roosvelt ısrarla kendisini Washington’a isteyince Avrupa’daki
Müttefik Kuvvetlere, Dwight Einshower’in komuta etmesini öneren Marshall, Kasım
1945’de 65 yaşında Genelkurmay Başkanlığından emekli oldu.
Ordudan ayrılmasından bir kaç gün sonra Başkan Harry Truman,
Marshall’dan özel temsilci olarak Çin’de ki kanlı iç savaşta arabuluculuk
yapmasını ister. Savaşı sona erdirmese de Truman, Marshall’a Dışişleri
Bakanlığını teklif eder. Senatonun onaylamasından sonra Marshall, Amerika’nın
ilk asker kökenli dışişleri bakanı oldu.
Sağlık nedeniyle iki yıl sonra bakanlıktan ayrılan Marshall,
1950 yılında Kore Savaşı patlak verince Truman, Marshall’ı Savunma Bakanı
yapmıştır. Buradaki yıllarında orduyu büyütmüş ve NATO’nun oluşturulmasına katkıda
bulunmuştur.
Aralık 1953 de Avrupa’nın ekonomik rehabilitasyonuna
katkılarından dolayı Nobel barış ödülünü alan Marshall bu ödülü alan askerdir.
Büyük işadamı Baruch’a göre “ ilk global stratejist “ olan Marshall, 5 Haziran 1947’de
Harvard Üniversitesinde yaptığı konuşmasında “Kavgamız, açlık, yoksulluk ve
umutsuzluk iledir” diye
sunduğu planın uygulanmasının sonuçları olarak halkları, açlık, yoksulluk ve
umutsuzluğa mahkum eden adam olarak tarihe geçti.
Truman
Doktrini, esas itibariyle Yunanistan ve Türkiye'ye askeri yardımı öngörmüştür.
Çünkü bu iki ülke, Sovyetlerin doğrudan doğruya baskısı ve tehdidi altında idi.
Fakat bu sırada Avrupa'nın durumu iktisaden son derece kötüdür. Altı yıllık
savaş, bütün ülkelerin ekonomik kaynaklarını tüketmiştir. Savaş, bütün
ülkelerde ağır tahribat yapmıştır. Bir bakıma toplumlar açlıktan
kıvranmaktadır. Ekonomileri harekete geçirecek kaynak yoktur.
Sovyet Rusya, bu durumu fırsat bilerek komünizm propagandasını şiddetlendirmişti. Komünizm propagandası, fakirliğin müsait zemininde çok etkili olmaktaydı. Sovyetler, komünist partilerinin bilhassa kuvvetli olduğu Fransa ve İtalya'yı seçmişlerdi. Bu iki ülkede komünist partilerinin kışkırtmasıyla çıkan grevler, bu ülkelerin ekonomisini felce uğratmıştı. Bu grevlerle komünist partilerinin iktidara gelmeleri amaçlanmıştı. Bu bakımdan, 1947 Eylülündeki Kominform Toplantısı'na Fransa ve İtalya Komünist Partilerinin katılması ilgi çekicidir.
Amerika, Batı Avrupa'nın bu ekonomik sıkıntılarına yardımcı olmak için her şeyi yaptı. Amerika'nın 1945 Haziranı ile 1946 sonu arasında Batı Avrupa'ya yaptığı ekonomik yardım 15 milyar dolar olmuş, fakat bu yardım, bütçe açıklarının kapanması, ithalat için kullanılması gibi, paranın verimli olmayan ve gidip de gelmeyeceği alanlara harcanmıştı. Bu işin sonu yoktu.
Bu sebeple Amerika, Avrupa'ya yapacağı yardım için başka bir formül aradı ve bu formül Dışişleri Bakanı George Marshall'ın 5 Haziran 1947 günü Harvard Üniversitesi'nde verdiği bir nutukta açıklandı. Buna göre, Avrupa ülkeleri her şeyden önce kendi aralarında bir ekonomik işbirliğine girişmeliler ve birbirlerinin eksikliklerini kendileri tamamlamalılar. Bu genel işbirliği sonunda bir açık ortaya çıktığında Amerika, bu açığın kapatılması için yardım etmeli. Bunun için de önce bir işbirliği programı yapılmalıydı.
Marshall Planı adını alan bu teklifi görüşmek üzere 27 Haziran 1947'de Paris'te bir toplantı yapıldı. George Marshall, bu planına Sovyetlerle uydularını da dahil ettiği için, Paris Toplantısı'na Sovyetler de katıldılar. ANcak yapıcı bir katkıda bulunmak için değil, sabote etmek için. Sovyetler bunu da başaramayınca 2 Temmuzda konferansı terkettiler.
12 Temmuzda İngiltere, Fransa, Belçika, İtalya, Portekiz, İrlanda, Yunanistan, Türkiye, Hollanda, Lüksenmburg, İsviçre, İzlanda, Avusturya, Norveç, Danimarka ve İsveç'in katılmasıyla toplanan 16'lar Konferansı 22 Eylülde, Amerika'ya sunulmak üzere bir Avrupa Ekonomik Kalkınma Programı hazırladı. Bu program üzerine Amerika, 3 Nisan 1948'de Dış Yardım Kanunu'nu çıkardı. Amerika, bu kanuna dayanarak daha ilk yılında 16'lara 6 milyar dolarlık bir ekonomik yardım yaptı. Bu yardımlar daha sonraki yıllarda da devam edecekti.
Dış Yardım Kanunu'nun çıkması üzerine 16 Avrupa ülkesi, 16 Nisan 1948'de Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı'nı kurdular. Marshall Planı'na karşılık Sovyetler de, uyduları ile kendileri arasındaki ekonomik münasebetleri ve işbirliğini sıkılaştırmak için Molotov Planı adını verdikleri ikili ticaret sistemini kurmuşlardır. Zira, bazı uydular ve bilhassa Çekoslovakya, Marshall Planı'na katılmak için büyük istek göstermiştir. 1948 Şubatındaki Çekoslovak darbesinde bunun da büyük rolü olduğundan şüphe yoktur.
Amerika Dışişleri Bakanı George Marshall'ın ismine karşılık, Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov'un adını alan yeni ekonomik işbirliği sistemi, komünist uydularının Sovyet kontrolü altına daha fazla girmesinden başka bir şey değildi.
Sovyet Rusya, bu durumu fırsat bilerek komünizm propagandasını şiddetlendirmişti. Komünizm propagandası, fakirliğin müsait zemininde çok etkili olmaktaydı. Sovyetler, komünist partilerinin bilhassa kuvvetli olduğu Fransa ve İtalya'yı seçmişlerdi. Bu iki ülkede komünist partilerinin kışkırtmasıyla çıkan grevler, bu ülkelerin ekonomisini felce uğratmıştı. Bu grevlerle komünist partilerinin iktidara gelmeleri amaçlanmıştı. Bu bakımdan, 1947 Eylülündeki Kominform Toplantısı'na Fransa ve İtalya Komünist Partilerinin katılması ilgi çekicidir.
Amerika, Batı Avrupa'nın bu ekonomik sıkıntılarına yardımcı olmak için her şeyi yaptı. Amerika'nın 1945 Haziranı ile 1946 sonu arasında Batı Avrupa'ya yaptığı ekonomik yardım 15 milyar dolar olmuş, fakat bu yardım, bütçe açıklarının kapanması, ithalat için kullanılması gibi, paranın verimli olmayan ve gidip de gelmeyeceği alanlara harcanmıştı. Bu işin sonu yoktu.
Bu sebeple Amerika, Avrupa'ya yapacağı yardım için başka bir formül aradı ve bu formül Dışişleri Bakanı George Marshall'ın 5 Haziran 1947 günü Harvard Üniversitesi'nde verdiği bir nutukta açıklandı. Buna göre, Avrupa ülkeleri her şeyden önce kendi aralarında bir ekonomik işbirliğine girişmeliler ve birbirlerinin eksikliklerini kendileri tamamlamalılar. Bu genel işbirliği sonunda bir açık ortaya çıktığında Amerika, bu açığın kapatılması için yardım etmeli. Bunun için de önce bir işbirliği programı yapılmalıydı.
Marshall Planı adını alan bu teklifi görüşmek üzere 27 Haziran 1947'de Paris'te bir toplantı yapıldı. George Marshall, bu planına Sovyetlerle uydularını da dahil ettiği için, Paris Toplantısı'na Sovyetler de katıldılar. ANcak yapıcı bir katkıda bulunmak için değil, sabote etmek için. Sovyetler bunu da başaramayınca 2 Temmuzda konferansı terkettiler.
12 Temmuzda İngiltere, Fransa, Belçika, İtalya, Portekiz, İrlanda, Yunanistan, Türkiye, Hollanda, Lüksenmburg, İsviçre, İzlanda, Avusturya, Norveç, Danimarka ve İsveç'in katılmasıyla toplanan 16'lar Konferansı 22 Eylülde, Amerika'ya sunulmak üzere bir Avrupa Ekonomik Kalkınma Programı hazırladı. Bu program üzerine Amerika, 3 Nisan 1948'de Dış Yardım Kanunu'nu çıkardı. Amerika, bu kanuna dayanarak daha ilk yılında 16'lara 6 milyar dolarlık bir ekonomik yardım yaptı. Bu yardımlar daha sonraki yıllarda da devam edecekti.
Dış Yardım Kanunu'nun çıkması üzerine 16 Avrupa ülkesi, 16 Nisan 1948'de Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı'nı kurdular. Marshall Planı'na karşılık Sovyetler de, uyduları ile kendileri arasındaki ekonomik münasebetleri ve işbirliğini sıkılaştırmak için Molotov Planı adını verdikleri ikili ticaret sistemini kurmuşlardır. Zira, bazı uydular ve bilhassa Çekoslovakya, Marshall Planı'na katılmak için büyük istek göstermiştir. 1948 Şubatındaki Çekoslovak darbesinde bunun da büyük rolü olduğundan şüphe yoktur.
Amerika Dışişleri Bakanı George Marshall'ın ismine karşılık, Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov'un adını alan yeni ekonomik işbirliği sistemi, komünist uydularının Sovyet kontrolü altına daha fazla girmesinden başka bir şey değildi.
hak dinler hakkında bildiklerimiz yalnızca aslen kimin tarafından
yazıldığını bilmediğimiz bir kaç kitaba bağlı olup doğruluğu yüzde yüz kesin
değildir. bu yüzden bunlara "hristiyan mitolojisi" ve "müslüman
mitolojisi" demek daha uygundur.
kitapların ne zaman yazıldıkları ve kimin tarafından yazıldıkları hakkında sadece o kitaplarda yazanlar ve ağızdan ağıza dolaşanlar vardır, bunlar dışında hiç bir kaynak olmaması durumum objektifliğini sorgulamaya yetmelidir.
unutmayalım ki bugün "yanlış" kabul ettiğimiz inançlar geçmişte en az günümüzün islamı ve hristiyanlığı kadar geçerli sayılmıştır. bu değişim hep vardır, hep olacaktır.
aslında mitoloji geçmişte değil...hala devam etmekte..1000 yıl sonra bizim inandıklarımız da bu sınıfa sokulacaklarsa şimdiden bu gerçekleri kabul etmek daha mantıklıdır (tabi artık yazı var belge var ölümsüzleşirler..bunlar olmasaydı dediğim gibi olabilirdi)
kitapların ne zaman yazıldıkları ve kimin tarafından yazıldıkları hakkında sadece o kitaplarda yazanlar ve ağızdan ağıza dolaşanlar vardır, bunlar dışında hiç bir kaynak olmaması durumum objektifliğini sorgulamaya yetmelidir.
unutmayalım ki bugün "yanlış" kabul ettiğimiz inançlar geçmişte en az günümüzün islamı ve hristiyanlığı kadar geçerli sayılmıştır. bu değişim hep vardır, hep olacaktır.
aslında mitoloji geçmişte değil...hala devam etmekte..1000 yıl sonra bizim inandıklarımız da bu sınıfa sokulacaklarsa şimdiden bu gerçekleri kabul etmek daha mantıklıdır (tabi artık yazı var belge var ölümsüzleşirler..bunlar olmasaydı dediğim gibi olabilirdi)
temelde din mitoloji'yi de kapsayan bir kavramdır, kendi dinlerinin
gökten indiğinden şüphelenen, din denilince akıllarına hristiyanlık, musevilik
ve islam gelen insanlar aksini düşünüyor olsalar bile mitoloji de koç gibi bir dindir. bu sebeple din ile mitoloji arasındaki en büyük fark
- aynı renk ile mavi arasındaki fark gibi - birinin diğerini kapsıyor olması
olabilir.
dini "semavi dinler" dar anlamıyla alırsak da ortaya şöyle bir durum çıkar; dini anlatıların çoğunun temelinde mitoloji öyküleri yer alır, ya da başka bir deyişle, dini anlatılar ile mitolji öyküleri arasında derin paralellikler bulunur ve mitolojik öyküler kronolojik sıralamada daha üstte yeralırlar; dolayısıyla bu bakış açısına göre din ile mitoloji arasındaki başka bir fark da dinlerin mitoloji üzerine inşa edildikleri yani mitolojinin dinleri bir anlamda kapsadığıdır. dindar insanlar bu durumu, tanrı'nın - kitaplarında bahsettiği gibi - önceki kavimlere de peygamberler aracılığı ile buyruklarının iletilmesi olarak yorumlarlar. dine inanmayanlar ise bu paralelliği dinin insan kurgusu oldugu görüşünün açık bir delili sayarlar. mamafih eskilerde peygamberlerin ne dedikleri pek iyi anlaşılamamış olacak ki isa öncesi hemen hemen tüm uygarlıkların 100'den fazla tanrısı vardır ve kuzey yarımküre mitolojileri ile modern dinler arasındaki paralelliklere güney amerika mitolojilerinde pek fazla rastlanmaz.
dini "semavi dinler" dar anlamıyla alırsak da ortaya şöyle bir durum çıkar; dini anlatıların çoğunun temelinde mitoloji öyküleri yer alır, ya da başka bir deyişle, dini anlatılar ile mitolji öyküleri arasında derin paralellikler bulunur ve mitolojik öyküler kronolojik sıralamada daha üstte yeralırlar; dolayısıyla bu bakış açısına göre din ile mitoloji arasındaki başka bir fark da dinlerin mitoloji üzerine inşa edildikleri yani mitolojinin dinleri bir anlamda kapsadığıdır. dindar insanlar bu durumu, tanrı'nın - kitaplarında bahsettiği gibi - önceki kavimlere de peygamberler aracılığı ile buyruklarının iletilmesi olarak yorumlarlar. dine inanmayanlar ise bu paralelliği dinin insan kurgusu oldugu görüşünün açık bir delili sayarlar. mamafih eskilerde peygamberlerin ne dedikleri pek iyi anlaşılamamış olacak ki isa öncesi hemen hemen tüm uygarlıkların 100'den fazla tanrısı vardır ve kuzey yarımküre mitolojileri ile modern dinler arasındaki paralelliklere güney amerika mitolojilerinde pek fazla rastlanmaz.
antik devirlerde mitoloji din ile aynı
degerdeydi çünkü mitolojik kahramanlar aynı zamanda tanrılardı da. bunun sebebi desomut olarak açıklayamadıgımız olayları soyut güçlere bağlamak zorunda kalmaktan gelmektedir. "madem biz
bunları tanımlayamıyoruz o halde bir güç var" düşüncesinden türemiştir...
mitolojik kahramanlar, kurtarıcı, koruyucu ve yaratıcı olarak görülmüşlerdir. ve yine şimdilerde şeytan olarak tanımlanan kötü gücün yerinde o zamanlarda da kötü tanrılar bulunmaktaydı. ve her olay için ayrı bir tanrı yaratılmıştı, şimdi ki tek tanrılığın aksine... apollo müzik, aphrodite aşk tanrısıyken, hades şimdiki azraile benzeyen bir rol alıp ölüm tanrısı olarak kabul edilmiştir....farkı ise, allah ın melekleri varken, en büyük ve tüm tanrıların başı olan zeus un ise yine tanrı olarak adlandırılar yardımcıları vardı. tıpkı şimdi din konusunda oldugu gibi...
çağlar değişip, insanlık gelişmeye başladıkça dinler belirmeye, diğer bir tabirle "inmeye" başlamıştır. ve bu inanç daha mantıklı görülmüştür. mitolojik kahramanların insanlar tarafından oluşturulmasına karşın allah bize varlığını göstermiş ve bizim kendine inanmamızı sağlamıştır. ve yine en büyük fark mitolojideki tanrılar insanlar tarafından da görülebilirken, allah hiçkimse tarafından görülememektedir... işte ikisi arasındaki en büyük farklar bunlardır. ama en büyük benzerlik de, başta da söylediğim gibi, ispatlanamayan olayları gözle görülmeyen bir güce baglama istegidir. unutmamalı ki, bizler su anda allah ın varlığına ne kadar inanıyorsak antik çağlardaki insanlar da kendi tanrılarının varlığına o kadar inanıyorlardı.
mitolojik kahramanlar, kurtarıcı, koruyucu ve yaratıcı olarak görülmüşlerdir. ve yine şimdilerde şeytan olarak tanımlanan kötü gücün yerinde o zamanlarda da kötü tanrılar bulunmaktaydı. ve her olay için ayrı bir tanrı yaratılmıştı, şimdi ki tek tanrılığın aksine... apollo müzik, aphrodite aşk tanrısıyken, hades şimdiki azraile benzeyen bir rol alıp ölüm tanrısı olarak kabul edilmiştir....farkı ise, allah ın melekleri varken, en büyük ve tüm tanrıların başı olan zeus un ise yine tanrı olarak adlandırılar yardımcıları vardı. tıpkı şimdi din konusunda oldugu gibi...
çağlar değişip, insanlık gelişmeye başladıkça dinler belirmeye, diğer bir tabirle "inmeye" başlamıştır. ve bu inanç daha mantıklı görülmüştür. mitolojik kahramanların insanlar tarafından oluşturulmasına karşın allah bize varlığını göstermiş ve bizim kendine inanmamızı sağlamıştır. ve yine en büyük fark mitolojideki tanrılar insanlar tarafından da görülebilirken, allah hiçkimse tarafından görülememektedir... işte ikisi arasındaki en büyük farklar bunlardır. ama en büyük benzerlik de, başta da söylediğim gibi, ispatlanamayan olayları gözle görülmeyen bir güce baglama istegidir. unutmamalı ki, bizler su anda allah ın varlığına ne kadar inanıyorsak antik çağlardaki insanlar da kendi tanrılarının varlığına o kadar inanıyorlardı.
doğa ve insan
Doğa ve İnsan
İnsanların yaşamları boyunca
ilişki içerisinde oldukları ve karşılıklı etkileşimde bulundukları
fiziki, sosyal,ekonomik ve kültürel ortama Doğal Ortam adı verilir. Doğal ortam içerisinde yer alan,
oluşumunda insanınetkisinin bulunmadığı herşeye Doğal Unsur adı verilir.
İnsanın yaşamak amacıyla
bulunduğu ortama Doğal Çevre adı verilir.
Dünyanın değişik
bölgelerinde yaşamlarını sürdüren insanların beslenme,
barınma ve giyinme gibi
temelyaşamsal faaliyetlerinin birbirine göre büyük farklılıklar gösterdiği
görülür. Bu farklılığın temel
nedeni doğalortamın farklılık göstermesidir.
Doğal çevreyi
oluşturan doğal ortamlar dört tanedir.
Doğal unsurların insana ve yaşamsal faaliyetlerine
olan etkilerini Coğrafya bilimi inceler. Coğrafya buincelemeyi yaparken doğal ortamla ilgilenen diğer
bilimlerle ilişki halindedir.
Doğa canlı
ve cansız varlıkların tümüdür, bu açıdan bakıldığında insan doğanın bir
parçasıdır. Doğada
her olgu ve
süreç birbiriyle etkileşimde ve bu anlamda da sarmal bir döngü içindedir.
Tarihsel
nedensellik çarkı farklı işlese; atomcuların maddenin doğası, dünyaların
çokluğu, uzay ve
zamanın
erimi konusundaki öngörüleri rağbet görüp temel alınsa; insanların gözleyip
anlaması
gereken
doğa yasaları kavransa ve kavratılsa, günümüzdekinden farklı bir dünyada
yaşıyor olacağımız
açıktır.
Bilim,
temel değerlerini yitirmeksizin varlığını sürdürme umudu besleyen, bir diğer
deyişle
“sürdürülebilir
yaşam” arayışındaki insanlık için başlıca araçtır. Yalnızca başarılı bilim
insanlarına
değil,
bilimi anlayan ve ona kucak açan bir insan toplumuna da gereksinim duymaktayız.
Bilim,
fikirlerin özgür alışverişine dayalıdır; değerleri gizliliğe ters düşer. Bilim
de demokrasi de çizgi
dışı
fikirleri ve güçlü tartışmaları destekler. İkisi de yeterli neden, tutarlı sav,
kanıt konusunda yüksek
standart ve
dürüstlüğü temel ölçütler olarak almak zorundadır.
İnsanın
doğaya ve yaşadığı doğal çevreye ilişkin bilgisi üssel/katlanarak artan ve
entegratif/bütünleşen
özelliktedir.
Zaman kavramı ile tanımlanan olgu ise doğadaki değişim ve dönüşümlerin bir
sonucudur.
Tüm bu
evrim sürecinin asli unsuru atomlar ve atom-altı parçacıklar, az sayıdaki bu
parçacık
türlerinden
çok sayıda canlı türünün ve maddenin oluşmasının nedeniyse simetri kırılması ve
özellik
sabitlenmesidir.
İnsanlığın
sorunu evrim sürecini doğal bir gelişim olarak almak yerine Oluşturucu Dış Güç,
bir diğer
deyişle
Doğaüstü bir Güç tarafından oluşturulup örgütlendiği düşüncesini temel
almasından, buna
karşılık bu
gelişimin farklı türler ve oluşumlar ile doğal ortamın etkileşiminden
kaynaklandığının
gözardı
edilmesinden kaynaklanmaktadır. İkinci bir sorun kaynağı ise, bu genel bakışın
uzantısı
olarak,
tepeden inmeci bir toplumsal örgütlenmenin egemen olması ve bu örgütlenme türünün
tüm
örgütlenme
ve yönlendirme inisiyatifi ve sorumluluğunu tepedeki unsur(lar)a bırakmasıdır.
İnsanın
insanı
tahakküm altına aldığı bu tür örgütlenme doğayı da tahakküm altına alma ve
doğadan
bilinçsizce
yararlanma mantığını ürettiği için yıkımlara neden olmaktadır. İnsanı
sömürmeyen bir
sistem,
insanın doğal ve asli bir parçası olduğu doğayı da sömürmeyecektir.
Yerkürenin
oluşumundan günümüze canlı türleri yedi kez kütlesel olarak yokolmuştur.
Geçmişteki bu
yokoluşlar
doğal olgular ve süreçlerden kaynaklanmışken, bugün doğal süreçlerin yıkıma
dönüşmesindeki
en önemli etken doğaya müdahale eden ve koşulları olumsuza evrilten insandır.
Doğaya,
doğal süreçler ve dengeler gözönüne alınmaksızın yapılan müdahaleler ve
yararlanma
uygulamaları
doğanın tahrip olmasına, doğal dengelerin bozulmasına ve yıkımlara neden
olacaktır ve
olmaktadır
da. Bu bilinçsiz ve sömürü amaçlı yararlanma doğada kaos yaratacak, giderek
artan sayıda
canlı
türünün yokolmasına ve kütlesel kırımlara neden olan beklenmedik doğal olaylara
zemin
hazırlayacaktır.
İnsan türünün bu yokoluş sürecinden kendini kurtarabilmesi için doğaya bakışını
kökten
değiştirmesi gerekmektedir.
Bir kuram
ve uygulama olarak jeoloji insanı doğayla dost kılacak bilim ve mühendislik
anlayışıdır.
Temelde
yerkürenin ve yaşadığımız doğal çevrenin geçmişini ve geleceğini kavramaya
dayanır. Bu
nedenle de kültür ve bilimin
kavranması/kavratılmasındaki en önemli araçlardan olan Jeolojik Miras
İnsan-doğa ilişkisi
İnsanlık denildiğinde akla gelen yaratıcılıktır. Yani doğruyu ve gerçekliği
felsefe esaslarına göre denemiş ve yaşamıştır. İnsan doğanın bir parçasıdır.
Böyle olmasına rağmen neden doğaya en çok zarar veren kendisidir. Doğayla
bütünleşmesi gerekirken hem kendisine hem de doğaya gittikçe yabancılaşıyor.
Kendisini yaratan doğa, daha sonra insanları yarattı. Bu anlamda insanoğlu
yaratıcısına (doğaya) da büyük bir haksızlık yapmaktadır. Hiçbir canlı,
insanoğlu kadar diğer canlılara karşı zorba değildir. Fakat insan böyledir.
Yani hem kendi türüne hem de diğer canlı türlerine karşı korkunç despot,
iktidar ve korkunç tahakkümcü ve sömürgecidir. Yani en zorba iktidardır. Doğaya
zarar vermek aslında kendine zarar vermek demektir. Bu şekilde olmasına rağmen
insan niçin parçası olduğu doğaya zarar vermekte ve acıtmaktadır. Anasını
(doğayı) neden sömürmektedir? Anayı sömürmek, insan olmaktan çıkmak demektir.
Doğaya zarar vermek insanın kendisine yaptığı en tehlikeli iştir. Affedilemez.
İnsanlık gerçeği özgür doğa yaşamıdır. Fakat insan gerçekliğine binbir hile
uygulamıştır. İnsan ikinci doğa olmasına rağmen kendi yaratıcısına haksızlık
edip sömürüyor.
Doğa kendisine emek vermiş, ihtiyaçları oranında üretici ve yaratıcı olmasını sağlamış ve de öğretmiştir. Bunu yaparken de, yaşama da renk vermiş, insanın yaşamını da kendi adaletli kucağında büyütmüştür. Şimdi bu anlamlı yaşam, ikinci doğa (insan) tarafından zorba iktidarla tahakküm altına alınıp anlamından uzaklaştırılıyor. Birinci ve ikinci doğa arasındaki kırılmanın sebebi simbiyotik ilişkinin kopmasıdır. Bu ilişkiyi koparan da, kapitalist modernist paradigmanın kendisidir.
Bu son zamanlarda, Gezi Parkı nedeniyle ekolojik ve demokratik bir direniş söz konusudur. Fakat en dikkat çeken şey, Tayyip Erdoğan’ın eylemcilere çağrısında “çevre sadece ağaç değildir, aynı zamanda tarihtir” cümlesiydi. Bu sözü sarf ederken yukarıda bahsettiğimiz çelişik durumu yaşamaktaydı. Oradaki ağaçların ve Gezi’nin yerine AVM’lerin yapılması o tarihi yok etmek değil midir? Dahası eylemin korkusundan olmuş olmalı ki “çevre aynı zamanda tarihtir” derken de Hasankeyf ve Munzur’un sular altında bırakmasını unutmaktaydı.
Kürdistan’ın her bir ırmağına-dağına, baraj kuran Erdoğan, kendisiyle nasıl çelişkili bir hal yaşadığını unutmuş olmalı. Karadeniz’in her bir vadisine kurulan baraj, sanki tarihi ve ekolojiyi yok etmiyor. İnsan topluluklarının yapılaşarak toplumsal forma bürünmesinin üzerinden en az 12 bin yıl geçmiştir. Hasankeyf tarihinin de o kadar eskilere dayandığı bilinmektedir. Erdoğan, kendi tikel tarihinin propagandasını yaparken Kürdistan’ın tarihini sulara gömmektedir. Dahası Hasankeyf, insanlığın evrensel tarihidir. 12 bin yıllık tarihin 5 bin yılı birinci ve ikinci doğanın aleyhine geçmiştir. Doğaya yabancılaşma en çok da iktidar tekeli ve endüstriyalizm sayesinde olmuştur.
İnsanı evcilleştiren doğadır. Yaşamına renk veren, anlamlı kılan, yine onu eylemci kılan doğadır. İnsanın hayatını birinci dereceden etkileyen, değiştiren-dönüştüren doğadır. Elbette insan da doğayı aynı şekilde evcilleştirip, dönüştürmektedir. Yani insan kendi kaynağını birinci doğadan alır. Kendi eylemselliği, farkındalığı, bilinci ile faydalanıyor. Burada yaratım ve inşa gücü devreye giriyor. Ama bu inşa gücü, doğayla hiyerarşik ilişki geliştirmesini gerektirmez.
Doğa kendisine emek vermiş, ihtiyaçları oranında üretici ve yaratıcı olmasını sağlamış ve de öğretmiştir. Bunu yaparken de, yaşama da renk vermiş, insanın yaşamını da kendi adaletli kucağında büyütmüştür. Şimdi bu anlamlı yaşam, ikinci doğa (insan) tarafından zorba iktidarla tahakküm altına alınıp anlamından uzaklaştırılıyor. Birinci ve ikinci doğa arasındaki kırılmanın sebebi simbiyotik ilişkinin kopmasıdır. Bu ilişkiyi koparan da, kapitalist modernist paradigmanın kendisidir.
Bu son zamanlarda, Gezi Parkı nedeniyle ekolojik ve demokratik bir direniş söz konusudur. Fakat en dikkat çeken şey, Tayyip Erdoğan’ın eylemcilere çağrısında “çevre sadece ağaç değildir, aynı zamanda tarihtir” cümlesiydi. Bu sözü sarf ederken yukarıda bahsettiğimiz çelişik durumu yaşamaktaydı. Oradaki ağaçların ve Gezi’nin yerine AVM’lerin yapılması o tarihi yok etmek değil midir? Dahası eylemin korkusundan olmuş olmalı ki “çevre aynı zamanda tarihtir” derken de Hasankeyf ve Munzur’un sular altında bırakmasını unutmaktaydı.
Kürdistan’ın her bir ırmağına-dağına, baraj kuran Erdoğan, kendisiyle nasıl çelişkili bir hal yaşadığını unutmuş olmalı. Karadeniz’in her bir vadisine kurulan baraj, sanki tarihi ve ekolojiyi yok etmiyor. İnsan topluluklarının yapılaşarak toplumsal forma bürünmesinin üzerinden en az 12 bin yıl geçmiştir. Hasankeyf tarihinin de o kadar eskilere dayandığı bilinmektedir. Erdoğan, kendi tikel tarihinin propagandasını yaparken Kürdistan’ın tarihini sulara gömmektedir. Dahası Hasankeyf, insanlığın evrensel tarihidir. 12 bin yıllık tarihin 5 bin yılı birinci ve ikinci doğanın aleyhine geçmiştir. Doğaya yabancılaşma en çok da iktidar tekeli ve endüstriyalizm sayesinde olmuştur.
İnsanı evcilleştiren doğadır. Yaşamına renk veren, anlamlı kılan, yine onu eylemci kılan doğadır. İnsanın hayatını birinci dereceden etkileyen, değiştiren-dönüştüren doğadır. Elbette insan da doğayı aynı şekilde evcilleştirip, dönüştürmektedir. Yani insan kendi kaynağını birinci doğadan alır. Kendi eylemselliği, farkındalığı, bilinci ile faydalanıyor. Burada yaratım ve inşa gücü devreye giriyor. Ama bu inşa gücü, doğayla hiyerarşik ilişki geliştirmesini gerektirmez.
Doğa ve İnsan
İnsanların ve diğer canlıların yaşamları boyunca sürekli
etkileşim içinde bulundukları ortama doğal çevre denir.
Doğal çevre içinde yer alan, oluşumunda insanları etkili
olmadığı her şey doğal unsur olarak adlandırılır.
LİTOSFER
Yerkabuğu ve onun üzerinde oluşan dağlar, ovalar, platolar ve
topraklardır. Taşküre denilmesinin sebebi bileşiminin kayaçlardan oluşmasıdır.
HİDROSFER
Litosferin üzerinde bulunan okyanus, deniz, göl, akarsu, buzul,
kaynak suları ve yer altı sularının bütünüdür.
ATMOSFER
Dünyayı saran hava tabakasında sıcaklık, yağış, rüzgar dediğimiz
iklim olayları gerçekleşir.
BİYOSFER
Bitkiler, hayvanlar , insanlar ve mikroorganizmalar gibi doğal
ortamda yaşayan canlıların oluşturduğu sistemdir.
Doğal çevredeki şartlar insanların giyinme, beslenme ve barınma
gibi temel yaşam faaliyetlerini doğrudan etkiler.Örneğin kutuplara yakın
yerdeki insanlar kalın giysiler giyerken, sıcak nemli iklimlerde yaşayanlar
daha ince giysiler giyer.
Aynı şekilde insan da gereksinimlerini karşılayabilmek için
doğal çevreyi etkilemektedir. Örnek; barajların yapılması, denizleri birbirine
bağlayan kanalların açılması, ormanların tarla haline getirilmesi, denizin
doldurulması gibi.
Gelişmiş ülkelerin doğal çevre üzerindeki etkisi fazladır.
Coğrafya, doğal çevre ile insan arasındaki ilişkiyi inceleyen ve
bu ilişkilerin sonuçlarını ortaya koyan bilim dalıdır.
Coğrafya doğal çevre ile insan faaliyetleri arasındaki ilişkiyi
incelerken bazı ilkelerden yararlanır. Bunlar; dağılış, bağlantı (karşılıklı
ilgi) ve nedensellik ilkeleridir.
DAĞILIŞ İLKESİ
Coğrafyayı diğer bilimlerden ayıran en önemli ilkedir. Çünkü
dağılış ilkesi sadece coğrafyada uygulanmaktadır.
Dağılımı yapılabilen her türlü olay coğrafyanın inceleme konusu
içinde yer alabilir. Örnek; Dünyanın az yağışlı bölgeleri, deprem bölgeleri,
maden, sanayi , sık ve seyrek nüfuslu yerler gibi.
BAĞLANTI (KARŞILIKLI İLGİ)İLKESİ
Coğrafi olayların birbirleriyle olan ilişkilerini araştırır.
Örnek; iklim - doğal bitki örtüsü, güneş ışınlarının düşme açısı – sıcaklık,
basınç farkı – rüzgarın esmesi gibi.
NEDENSELLİK İLKESİ
Coğrafi olayların oluşum nedenleri ve sonuçları üzerinde durur.
Olayların ne zaman oluştuğuna, ortaya çıkacak sonuçlara ve çözüm yollarının
neler olabileceğine dair bilgiler verir. Örnek; erozyon, deprem, küresel ısınma
gibi.
COĞRAFYANIN BÖLÜMLERİ
Coğrafya, Genel Coğrafya ve Yerel Coğrafya olmak üzere iki ana bölüme ayrılır.
A. GENEL COĞRAFYA
1- Fiziki Coğrafya: Yeryüzünde doğal ortamı oluştu-ran bitki,
hayvan, yer şekilleri, iklim, toprak gibi öğeleri ve bunlar arasındaki
ilişkileri inceler. İncelediği konulara göre Fiziki Coğrafya, şu dallara
ayrılır;
·
Jeomorfoloji: Dağ, ova, plato ve diğer
yüzey şe-killerini inceler ve oluşumunda etkili olan iç ve dış kuvvetlerin
etkilerini açıklar.
·
Klimatoloji: İklim ve iklim tiplerini
ve yeryüzün-deki dağılışlarını inceler.
·
Biyocoğrafya: Bitki ve hayvan
topluluklarının yeryüzündeki dağılışını ve nedenlerini inceler.
·
Hidrografya: Okyanus ve denizlerdeki su
hare-ketlerini, gölleri, akarsuları yer altı sularını ve dağılışlarını inceler.
·
Kartografya: Coğrafi bilgilerin harita,
grafik ve diyagramlarda gösterilmesi üzerinde durur.
2- Beşeri ve
Ekonomik Coğrafya: İnsan etkinlikleri ile
doğal çevre arasındaki ilişkileri inceler. Beşeri coğrafya nüfus ve yerleşmeyi ele alırken; Ekonomik Coğrafya, tarım ve hayvancılık, sanayi, ulaşım, turizm, madencilik gibi konuları inceler.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)